Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

8 Ocak 2011 Cumartesi

ÖZDEMİR ERDOĞAN

Foto:Sevcan Çarkcı

Akort Dergisi Eylül-Ekim 2007


13 Eylül 2007 Sabah Gazetesi Günaydın ekinde röportajıma yer verilmiştir.

Gitarını Yeniden Eline Alan Özdemir Erdoğan;
BOYABAT PİRİNCİYLE AŞKINA SİTEM EDİYOR…                                      

Geçtiğimiz yıl yakalandığı kanseri, ‘beni ben yapan’ diye tanımladığı müziğine tutunarak yenen usta sanatçı Özdemir Erdoğan: “Tedavi sürecinde ne kadar sevildiğimi, belki de Türkiye’de gizli bir kahraman olduğumu öğrendim…”

Müzik çalışmalarına hiç ara vermeden devam eden ve yakında yeni projelerini hayata geçirecek olan Erdoğanla, müzik ortamını, sanatçılık kavramını ve ülkemizi konuştuk. Kendi doğrularını yüreklilikle anlattı.

“Gurbet”, “İkinci Bahar”, “Sevdim Seni Bir Kere” gibi şarkılarıyla yıllar öncesinde olduğu gibi bugünde büyük bir keyifle dinlenen Özdemir Erdoğan’ın, klasik boyutlarda sürdürdüğü müzik yaşamıyla da sanat dünyasında özel bir yeri var. Popülariteden uzak; gerek fikirleriyle, gerek duruşuyla geçmişte olduğu gibi hayran kitlesini koruyan sanatçı, yakalandığı kanseri büyük bir mücadelenin ardından atlattı ve yeniden eline gitarını aldı. Ve şimdi “Bundan sonraki telaşım, ülkeme nasıl yararlı olacağımdır. Bunun içinde söylenmeyeni, söylemeliyim” diyor.

Hastalığınız nasıl ortaya çıktı? Her yıl sesim dolayısıyla kulak, burun, boğaz kontrolü olurum. Sağ badeciğimde bir kist belirdi ve benden onkolojik bir test istendi. Ailemde kanser olmadığı için kendime konduramadım, biraz ihmal ettim açıkçası. Sonrasında 26 Mayıs 2006’da Ankara İbn-i Sina Hastanesinde yapılan testle çeneme kadar ilerlemiş olan bir kanser türü olduğu ortaya çıktı. Hayatımın bir penceresi kapandı. ‘Tedavi sonrası ses telleriniz zarar görebilir, yüzünüzde deformasyon olabilir’ dediler. ‘Şarkı söyleyip, gitar çalabilecek miyim’ diye sorduğumda, doktorlar bana ‘biz senin hayatından bahsediyoruz’ dedi.

Nasıl bir tedavi bekliyordu sizi? 3 aşamalı bir tedaviydi. Ameliyat, ışın ve ilaç… Ameliyattan önce 15–20 gün stüdyoma kapandım. Ne var, ne yok çalıp söyledim. Bu süreçte yarım kalan bütün işlerini tamamlamak istiyordum. Artık vedalaşma üzerinde hazırlık yapıyordum ve doğum günüm 17 Haziran’da verdiğim konserin ardından teslim oluyorum dedim. Sonrasında tedavi süreci başladı. Bu tedavi süresinde ne kadar sevildiğimi, belki de Türkiye’de gizli bir kahraman olduğumu öğrendim. Çünkü, ben güncel bir insan değilim, klasik boyutta bir sanatçıyım. Tedavi sonrası yapılan tahliller ve vücut taramaları temiz çıktı, normal yaşantına devam edeceksin dediler.   

Gitarınızı yeniden elinize aldığınızda neydi hissettiğiniz? 2006’nın sonlarına doğru gitarımı elime aldım. 25 kilo vermiştim ve gitarımı çalmam için güç toplamam gerekiyordu. Gitarımla oynaşmaya, tozunu silmeye başladım. Yılbaşı gecesi için 17 konser teklifi almıştım. Olumlu cevap vermem mümkün değildi.  Ama konuşmaya ve ağızdan beslenmeye başladıktan sonra konserlerimde başladı. İlk konserimde zorlandım. Kas çökmesi olduğundan kasık fıtığı çıktı ve yine ameliyat oldum ama 9 gün sonra ikinci konserime çıktım. 

İSTEYENE SAZ, İSTEYENE CAZ…
Geçirdiği zor günlerin ardından önümüzdeki günlerde gerçekleştirmek istediği birçok müzik projesi var Özdemir Erdoğan’ın. Albümler, workshoplar ve konserler… Sağlığı el verdiği sürece de hiç bırakmadan devam edeceğini söylüyor. Kendisinden dinliyoruz…

Anlatır mısınız biraz? Hazır ama seçimler ve piyasadaki gergin ortam nedeniyle erteledik. Ramazan ortalarında tanıtmaya başlayacağız, bayramda da çıkarmayı planlıyoruz. Benim zamanım hep sonbahardır yani ikinci bahardır. Onunla da denk düşecek albüm ve daha keyifli olacak. Cengiz Özkan bağlama çalıyor, şarkı söylüyor. Ben gitar çalıp, şarkı söylüyorum. Aşık Veysel kaydı var. Albümle beraber caz albümü de çıkaracağım. İçinde İsmet Sıral’la 60’lı yılların sonunda yapmış olduğumuz konserlerden kayıtlar olacak. Çok önemli bir arşiv plağı olacak. Bu iki albümün esprisi de şu: İsteyene saz, isteyene caz.

Neden “Boyabat Pirinci”? Boyabat pirinci Türkiye’de çok tanınmış bir pirinçtir. Sözlerini beraber yazdığım arkadaşım Mustafa Muslu da Boyabatlı. Şarkı “Aşk bağının gülü olsan, takmam seni başıma; Boyabat pirinci olsan katmam seni aşıma..”  böyle başlıyor. Türkü formunda besteledim.

Başka hangi projelerde göreceğiz sizi?
2008 yılında kanuni Halil Karaduman’la birlikte Türk musikisinde zamanımıza yakın, klasikleşen eserleri birlikte çalıp, söyleyeceğimiz bir albüm daha olacak. Önümüzde kış, daha çok üniversite konserleri ve workshoplara ağırlık vereceğim. Davul, kontrbas ve gitar ile trio, quertet gibi çalışmalarda yapmayı düşünüyorum.

GİBİ GİBİLER ÜLKESİYİZ…

Evrensel olabilme hadisesinden kaynaklanıyor. Hep aynı şeyi söylüyorum; Başbakanım İmam Hatip mezunu ama “My Way”i seviyor. Benim Başbakanım “My Way” i seviyor ve dinliyor da G. Bush niye  “Uzun İnce Bir Yoldayım”ı sevmiyor, niye sevdiremiyoruz bu güzelim şarkıları? Çünkü müziğimizi evrensel boyutlara getiremiyoruz. Ben hiçbir zaman devrim yapma iddiasında değilim, devrimi hazırlayan bir elemanım. Bütün değerlerimi uluslararası sanat değerleri ve değerlendirmeleri üzerine yaparım. Sanat ve sanatçı evrenseldir. Ama bize özgü sanatçılar var Türkiye’de. Uluslararası sanatçı diyeceğimiz bir grubumuz yok.

Peki, uluslararası sanatçının tam olarak karşılığı nedir?   Uluslararası sanatçı, uluslararası platformlardan para kazanan, ismi olan ve Türkiye’ye transfer eden kişidir. İkincisi, uluslararası literatürde ismi gerçekten sevilen ve sayılan sanatçı demektir. Güher- Süheyl ikilisi, Leyla Gencer var ama onlarda Türkiye’de yaşamıyorlar. Uluslararası sanatçılar Türkiye’ye gelip milyon dolarları alıp gidiyor. Caz festivallerine üretimden düşmüş sanatçıları ucuz yollu getiriyorlar. Türkiye’de en az 60 bine yakın caz albümü satmış ve bu işi ilk başlatmış biri olarak festivallere davet edilmedim. Çünkü asi bir adam, sıra dışı ve düzenin dışında..Dışarıdan para kazanıp Türkiye’ye getiren varsa bana lütfen söylesinler. Böyle bir şey yok. Türkiye’de böyle sanatçılar yok muydu? vardı ama sponsor bulamadılar, istenilen yere gelemediler. Mesala, bir Neco uluslararası platformlarda her zaman şarkı söyleyecek bir adamdı.  Ajda Pekkan, güzelliğine harcadığı parayı ve emeği müziğine yöneltebilseydi, uluslararası bir şarkıcı olabilirdi.

Bu nedenle mi sivri dilli olarak nitelendiriliyorsunuz? Herhalde. Hem kendini eleştireceksin, hem de çevreni eleştireceksin. Sanatçı budur. Bunu politikacı yapamaz zaman zaman.  Sanatçı deli dolu konuşur. Zaman içersinde ilim ve bilimin süzgecinden geçer. O sözlerin değerli olup, olmadığını denetler. Bütün bu çalışmalardan ortaya çıkan fikirlerde ülkeyi yönetecek kişilere ilham verir. Hiyerarşi budur. Türkiye’de sanatçı konuşmuyor. Konuşuyor ama boş konuşuyor. Sanatçıdan beklenen şeyler; yapılmayanı yapmasıdır, değişik şeyler ortaya koymasıdır, yeni sentezler yapacak ve değeri uluslararası boyutta olacak. Ama gibi gibiler ülkesi olduk. Üretimden düşmeyeceksiniz. Üretimden düştüyseniz o zaman ticaretle uğraşın, politikaya girin. Artık sizin müzikte söyleyeceğiniz bir şey kalmamıştır.

Türkiye’deki müzik nereye gidiyor? Eğer bugün artık Türk müziği albümü yapılmıyorsa ve gerçekten Türk musikisi icra edilmiyorsa, satılmıyorsa bunun sebebi Türk musikisi divası olarak geçinen insanların yüzündendir. Suç onlarındır. Yeni bir şey yapamadıkları ve üretemedikleri için. Münir beyden sonra, Alaeddin Yavaşça, Ahmet Özhan, Ankara radyosundan Zekai Tunca, İnci Çayırlı gibi 3–5 sanatçı dışında bir şey çıkmadı. Münir Nurettin Selçuk çöpçü maaşıyla geçinmesine rağmen, hiçbir sanatçımız onun hayatı boyunca göstermiş olduğu asaleti, onuru, saygınlığı gösterememiştir. Hiçbirisi… Varsa yoksa popülizm, şöhret, para… Olacak iş değil. Bu ülke için üzülesi bir durum. Eğer bütün bu değerler, bu hale gelmişse bunun üzerinde oturup düşünmek lazım. Neden böyle diye…

Son dönemde başarılı bulduğunuz isimler var mı müzik dünyasında? Medyadaki dibe vurma bir taraftan devam ederken, bir taraftan da olumlu bir gidişat var. Ben bunu 30 yıl önce söylüyordum ve bugünleri gördüğüm için çok mutluyum. Türk müziği konservatuarlarımız var. Çocuklar bir yandan Batı müziği ve dünya müziklerini izlerken, diğer yandan da kendi müziklerini öğreniyorlar. İkisini birden öğrenip, kendi içinde belli bir senteze varan sanatçılar uluslararası olma yolundalar. Bu nesil ve bu nesilden sonra gelecek olan nesil çoğaldıkça topluma ihanet eden ve tamamen popülist insanların yaşama şansı hiç kalmayacak. Son dönemde; gruplar var beğendiğim. Mor ve Ötesini beğeniyorum. Politikadan kendilerini sakınırlarsa daha iyi olur. Habbecik grubunu çok beğeniyorum. Levent Altındağ, Volkan Öktem, Eylem Pelit gibi müzisyenlerden oluşuyor. Uluslararası bir grup… İsmail Tunçbilek var bağlama çalıyor. Muhteşemler…

“Hayatımın şarkısıdır” dediğiniz bir şarkınız var mı? Hepsi benim çocuklarım. Bu çocuklarımın bazısı popüler açıdan başarılı oluyor, bazısı da anlaşılamıyor ve bir köşede
kalıyor. Ama benim için hepsi aynı değerde. Yayınlanmış 50 bestem varsa, yayınlanmamış 150 bestem var. Fakat bestelerimi yaparım, nadasa bırakırım. Benim için yapılması gereken bir şeyler vardır o beste üzerinde. Ama bazen bu artık bitti derim. Onu dediğimde de klasik olur. Bugün hala “Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir.” söyleniyorsa ya da stadlarda 40 bin kişi birlikte söylüyorsa, o tamamdır.

Şarkılarınızın bir özelliği de yıllar sonra yeniden popülerlik kazanıyor olmaları… Klip yapmadığım için daha çok insanların birbirlerine söylemeleriyle yayılıyorlar. Yayılma süreçleri 2–3 sene oluyor. “İkinci Bahar” 87 yılında çıkmış, 89’da patlamıştı. “Sevdim Seni Bir Kere” birkaç defa patladı. Teoman söyledi. 35 yıl önce yapmıştım parçayı. Önce Ajda Pekkan okudu, sonra Teoman sonra da başkaları.”Gurbet” i Duman okudu, patladı. Zuhal Olcay, “Bana Ellerini Ver”i okudu. Şimdilerde “İki Aile” adlı televizyon dizisinde “Baharda Kuşlar Gibi” şarkımı kullanıyorlar. 85 yılında yapılmış bir şarkıdır ve Unkapanında mal yetiştiremiyoruz. Zamanında kaset olarak 350 bin satmıştı. Şimdi Unkapanı’nda 1500 lazım diyorlar. Benim şarkılarım böyle.

Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bilim adamlarının, sosyologların bir sözü var. Bir devrimin yerine oturabilmesi için aradan 100 yıl geçmesi lazım. 100 yıldan sonra devrim hedefine ulaştıysa ulaşmıştır. Ulaşmadıysa yeniden çalışmaya başlamak lazım.  Demek ki daha önümüzde 10–15 yıl daha var. Bu süre içinde inşallah daha iyi olur. Bu çalkantılar, arayışlar sürecektir. Türkiye’de Atatürk devriminden sonra hala demokrasiye ve çağdaşlığa yakışmayan davranış içimlerini görüyoruz. Bu da halkımızın karakterini dejenere ediyor. Politikaya da inanmıyoruz, sanatçıya da inanmıyoruz.










                                                                                                              

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder