Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

8 Ocak 2011 Cumartesi

FAZIL SAY


Akort Dergisi Temmuz-Ağustos/2006

VİYANA’NIN FAZIL SAY’A MOZART SİPARİŞİ…

Tüm dünya ülkeleri Mozart’ın 250.doğum yıldönümünü çeşitli etkinliklerle kutlarken, piyanist ve bestecimiz Fazıl Say, Mozart’ın ülkesi Avusturya’ya bir armağan gönderdi. “Patara” adını taşıyan 30 dakikalık bale eseri, ney ile piyanoyu buluştururken doğu ve batı sentezinin en çarpıcı örneğini veriyordu. Mozart yılında Viyana’dan böylesine büyük ve anlamlı bir teklif alan Fazıl Say, aynı zamanda Fransa ve Avrupa’nın en önemli gazetesi “Le Figaro” nun “21. yüzyılın en başarılı sanatçılarından biri” övgüsüyle karşılandı. Piyanistimiz bir Türk müzisyeni olarak tüm dünyayı dolaşıp ülkemizin gururu olurken, acaba biz kendisine ne kadar vefalıyız?
Müzik hayatının doruklarında dolaşan Fazıl Say ile uzun bir sohbet yaptık. Bir günlük molasında buluştuğumuz piyanist; kendisini değil, Mozart’ı anmayanlara kırgındı aslında…
İşte Fazıl Say’ın AKORT’a yaptığı çarpıcı açıklamalar… Fazıl Say olabilmenin erdemini ancak onun bu sohbetteki samimi sözlerinden anlayabiliyoruz…

Dünyanın birçok yerinde 12 yıldır aralıksız konser veren ve hayranlık uyandıran virtüöz Fazıl Say, bu kez Mozart için dünya yollarında… Mozart Yılı Kutlama Komitesi”nden bir eser siparişi alan ve “Patara”yı besteleyen piyanistimiz, Mozart’tan yola çıkarak kendi tabiriyle doğu ve batı arasında iyi niyet köprüsü kuruyor... Viyana’da gerçekleştirilen prömiyerinin ardından diğer dünya ülkelerini gezmeye başlayan Fazıl Say ile iki konser arası geldiği İstanbul’daki evinde buluştuk… Adeta zamanla yarışan müzisyenle konuşacak çok şey vardı… Ve Fazıl Say; Mozart’tan, müzik yaşamına; kızı Kumru’dan, Türkiye’nin AB sürecine kadar olan sorularımızı, dünya başarısına karşılık insanı şaşırtan mütevaziliğiyle yanıtladı…

Tüm dünyada “Mozart Yılı” kutlanıyor. Sizde Mozart için “Patara” adlı bir bale eseri bestelediniz. Bu beste ile dünyayı dolaşıyorsunuz. Bu büyük tur için bilgi verebilir misiniz?
Bu çalışma, Viyana şehrinin Mozart yılı kutlamaları vesilesiyle bana sipariş edildi. “Patara”yı ilk kez Şubat ayında Viyana’da seslendirdik. Daha sonra Ankara ve İstanbul’da seslendirdik. Önümüzdeki aylarda İtalya, İspanya, Almanya, İsrail’de, Ağustos ayında ise, Türkiye Bodrum Dans Festivalinde olmak üzere 10-15 seslendirişi daha var. Her zaman dansla beraber değil, bazen sadece konser olarak da yapıyoruz. Piyano, ney, kudüm ve soprano için herhalde ilk kez bir araya gelen Quartet soundu oldu.

Neden Patara?
Patara sahilinde bestelediğim için adı Patara. Doğu-Batı anlaşması veya iyi niyet köprüsü gibi bir anlamı var. Mozart’ın basit bir teması ile başlıyor. Ondan yola çıkan ama uçsuz bucaksız başka yönlere doğru, her enstrüman tarafından sürülen bir yapısı var.  

Patara hangi duygularınızı yansıtıyor?
Patara, aynı zamanda Likya’nın başkenti olan 6-7 bin yıllık antik bir kent… Kazı çalışmaları halen devam ediyor. 5 bin kişilik antik tiyatrosu gelecek yıl hizmete sunulacak. 160m yüksekliğinde olan dünyanın en büyük deniz feneri burada bulundu, yapılıyor. Esin kaynağım olan deniz, güneş ve oranın ıssızlığı arasında salt ruhumun iyiye yönelmiş duyguları içersinde besteledim.  Doğulu ve Batılı ayrı fidanlardır. Ney doğuyu, piyano batıyı temsil ediyor. Ayrı fidanlar olmasına rağmen ortak paydalar neler, doğu ve batı arasında neler uzlaşmazlığa götürüyor, neleri fidan olarak yok kabul edebiliyoruz? bunları düşündüm. 

Doğu ve Batı öğeleri dediniz. Daha önce buna benzer bir çalışmanız olmuş muydu? Uzun yıllar önce Kutsi Erguner’le Caz Quartet’im olmuştu. Ney ve piyanonun buluşması gerçekleşmişti. Ama o bambaşka bir şeydi. Daha çok caz potası altında virtüöz ve çatışmalı bir girişim vardı. Patara ise, sakin ve sükûnetten yola çıkan 30 dakikalık yavaş bir eser. Kutsi Erguner’le olan projede, karşılaştığımız zorluklarla o anda karşılaşıyorduk. Biraz da emprovizasyona dayalı bir müzikti. “Dervish in Manhattan” adlı bir parçamız vardı. Cd’si çıktı ve çok ilgi gördü. 

Dünyada Mozart’ı en güzel yorumlayan virtüöz olarak anılıyorsunuz. Dahi müzisyen sizi nasıl etkiliyor? Mozart’ın detaylarına girmemiz saatlerimizi, günlerimizi alır. Kısaca geçecek olursak Mozart, en tepedeki sevgiyi temsil eden bestecidir. Alman Albert Schweitzer’in “Bütün dahiler göklere uzanır. Mozart size gökten inmiştir” diye bir sözü vardır kendisi için. Bu doğru, çünkü 35 yıllık kısa yaşamında 650 kocaman eser üretmiş bir bestecidir. Bunların her biri paha biçilmez mücevher değerinde ve bugün bile hepsi çalınıyor,  halk tarafından biliniyor. Mozart’ı enstrümantalist olarak çalarken bir hayal kurmak zorundasınız. Mozart’ta çok büyük bir şarkı vardır. Piyano denilen Mozart enstrümanıyla şarkı çıkartmak ve o derece doğal şarkılar söylemek ancak hayaller kurulursa olur. Kendinizi, piyano başında değil de opera sahnesinde hissediyor olmanız lazım. O sahnede her rolün içine girebilen, birbirinin arkasına saklanan, bütün olup bitenleri en yukarıdan dinleyen bir hayalet gibi üstün bir hayal gücüyle üçüncü boyutta kalmanız lazım. Ondan aşağıya düşüldüğünde bence konser iyi tınlamıyor. Üçüncü boyut, hayal gücü, uçuş noktasında Mozart güzel oluyor. O da çok yüksek bir standart çizgisidir. Bu da çok zevkli bir şey…

Yapılan kutlamaları yeterli görüyor musunuz? Avusturya, Mozart’ın ülkesi. Mozart çikolatasına kadar orada her şey ticarettir. Diğer ülkelere baktığımızda Türkiye’nin bu ülkeler kadar Mozart’ı iyi ele almadığını düşünüyorum. Mozart projeleri yapmak için, operalarını seslendirmek lazım. 40 civarında senfonisi var, çalmak istesiniz 10-12 konser yapmanız gerekir. 26 piyano konçertosu var. Her gün üç sanatçının birer konçertoyu çaldığını düşünürseniz, 8 konser eder. Bunun arkasında güçlü bir maddi desteğe ihtiyaç var. Belediyelerin sanata olan yatırımı az diye düşünüyorum. Kurumlar kendi çaplarında bir şeyler yapabiliyor. Destek alarak yapabilseler, halka Mozart denilen dahiyi anlatan konserler daha fazla olacaktır. Ben açıkçası hüzünlüyüm. Keşke, ilkokul çocukları müzisyenin müziğiyle yakından ilgili olabilseler… Türkiye, sanatsal açıdan her gün kaybedilen günler yaşıyor. Salzburg’da ‘Mozart’a Giden Yollar’ diye bir konser verdim. O akşam İsviçre’ye geçerek 8 konser daha verdik. Bir Mozart festivali oldu. Onun arkasından Tel-Aviv’de Mozart gecesi düzenledik. Bütün hayatımız Mozart oldu. İsrailli ya da İsviçreli bunu yapıyorsa Türk niye yapmıyor diye insan düşünüyor. 250. doğum yılı çok önemli bir dönüm noktası. Yeteri kadar konser yapılmamakla birlikte Mozart’la ilgili belgesel, televizyon programı da yapılmıyor.

Her gün başka bir ülkede olmak, sevdiklerinizden uzak kalmak, uçaklarda vakit geçirmek… Tüm bunlar sizi yormuyor mu, enerjinizi nasıl topluyorsunuz?Bu dönem dönem değişiyor. İnsanın yorgun, sıkıntılı, stresli olduğu dönemleri oluyor. O dönemde kolunuzu kaldırmanız bile külfet gelebiliyor. Kimi dönemler ise, 80 konser arka arkaya 3-5 ay çok iyi hisler içersinde mükemmel bir şekilde ilerliyorsunuz. 12 yıldır bu böyle devam ediyor.

Konser vermediğiniz tek kıta Afrika’ydı.  Mayıs ayında bunu da gerçekleştirdiniz. Birçok dünya ülkesinde konser vermiş biri olarak klasik müziğe olan genel tavır nedir dünyada?
Güney Afrika Cumhuriyeti, Nelson Mandela’nın ülkesi olarak anılır. Türkiye’den daha ileri bir durumda değil. Dünyanın en dertli ülkelerinden biridir. Beyazların siyahlara yaptığı ırkçılık yüzyıllar boyu yaşanmış. Şimdi de tam tersi durumda. Akşam 6’tan sonra sokağa çıkılmıyor. Zenciler, beyazlara saldırıyor. Klasik müziğin olduğu yerler uygar yerledir. Konserlerim; Japonya’da, Güney Kore’de, Avrupa’da, Kuzey Amerika’da oluyor. İlk kez bu tip bir ülkeye gittim. Orkestranın yarısı beyaz, yarısı zenciydi. Siyah ve beyaz ırkın güzel bir bağı vardı. Beraber verilen emek çok hissedilir. Salondaki 500’ü siyahi, 500’ü beyaz olan 1000 kişide bunu hissedebiliyor. 1000 kişide bunu 1 milyon başka kişiye götürecektir. En tepede iyilik varsa, o kazanacaktır. Orta Avrupa, Japonya, Amerika’nın bütün şehirlerinde nerdeyse her yıl tekrar davetiye geliyor. Her yıl o şehirlerin müzikseverleriyle buluşuyorum. Beni çok mutlu eden şey hala yeni yerler fethedilebilecek olması. Balkanlar’da, İskandinavya’da, İngiltere’de çok çalmadım. Önümüzdeki yıllarda bunlar da olacak. Türkiye ne olacak bilmiyorum. İlgisizlik, bazı açılardan sanat hayatımızın yollarını tıkıyor. İyiye gidiş görmüyorum.

Türkiye’nin müzik hayatını takip edebiliyor musunuz?
90’lı yılların başında çıkan furyayı takip etmiştim. Hoşuma giden şeyler vardı. Nitekim Zuhal Olcay ve Sertap Erener projelerimde beraber çalıştığım insanlar. Bence Türkçe şan operatik olmamalı. Diyaframdan söylenen İtalyanca ve Almancaya çok yakışan opera dili Türkçe dilinde olunca problemler oluyor. Diyaframla söylemek dili zedeliyor, dilde müziği zedeliyor. Bir uyuşmazlık oluyor. Sanki taklitçilik varmış gibi görünüyor. O yüzden Türk dilinde şarkının gırtlaktan söylenmesi taraftarıyım. Zuhal ve Sertab gibi söyleyenlerden bahsediyorum. Onların furyasından sonra Türkiye’de 5-6 yıldır çok fazla rock müzisyeni çıktı. Rock, bana sert ve kaba geliyor. Her şeyin gürültüye dayalı, elektronik olmasını da pek sevmiyorum. İnsanlar bazen tırnağının ucuyla bir hareket yapıyor, 160 bin kişilik stadyum yıkılıyor. Bu gerçekçi değil. Keman ya da piyano çalarken, oradaki devinim için güçlü bir fiziksel efor sarf ediliyor. Elektroniğin yardımıyla yapılan soundta duygu eksikliği oluyor. Akustik piyano ile elektronik piyano çalmak benim için çok farklı. Elektronik piyanoyla duygularımın yüzde 20’sini aktarabiliyorum. Ama sırf elektroniğe alışmış ya da sadece rock yapan biri onun içinde duygularını geliştirmiş olabilir. Aslında, geliştirme kelimesi üzerinde durulması gereken bir kelime. Ama spiker ya da manken olarak gördüğümüz biri bir anda pop albümü yaparak çıktığı için geliştirmekten fazla uzun bahsetmeyelim. Çünkü bahsedince de kırıcı olabiliyoruz.

2006 sonuna kadar kaç konser vermiş olacaksınız?
Sayınca, konserler geçmiyor. Günü yarın için yaşamak, mutluluk için yaşamak çok daha doğrusu benim için.

Peki, böylesi bir tempoda besteleriniz nasıl ortaya çıkıyor?
Beste üretmek için gerçekten sakin bir ortama çekilmek gerekiyor. Benim kafamda yapmam gereken, yapacağım çok sayıda beste var. Daha 36 yaşındayım. 50 yaşımda hayatıma tekrar geri dönüp bakmak isterim. Bu 15 yıl ne yapmışım diye…

Evrensel müzik ve dünya müzisyenliği nedir size göre?
Aslında bütün müzikler evrensel. Aşık Veysel’in müziği de evrensel. Köprülerle ilgili olan bir şey bu… Belki, Aşık Veysel’in Almanya’da anlaşılması zordur. Ama “Kara Toprak”, “Uzun İnce Yoldayım” piyanoyla çalındığında çok beğeniliyor. Önemli olan ortak dili bulmak, duyguyu anlatmak, atmosferi ortaya çıkarmaktır. Bunlar müziğin genel unsurları olan armoni, melodi ve ritimle ilgisi olmayan şeylerdir. Hissiyat ve atmosfer var müzikte. Soyut diller en az öbürleri kadar önemlidir.  Parmak ötesi enerjilerle ulaşılan duygular var. Enternasyonalde olsa dünyada iyiden yana olursanız, fethedilemeyecek şehir, ülke yoktur. Her şey mümkündür.

Dünya basınında övgü dolu sözlerle adınızdan söz ediliyor. Örneğin, Fransız “Le Figaro” gazetesi sizi 21. yy’ın en başarılı sanatçılarından biri olarak gösterdi.  Bu başarının sırrı nedir?
En başarılılarından biri deniyor, belki onlardan biriyim. Ama önemli olan kimin ne dediği değildir. Çok kötü çalıyor diyende oluyor. Her yıl 500 tane eleştiri çıkıyor. Bunun içinde 30-40 tane kötü eleştiri de var. Eğer, bundan yola çıkarsak ben kötü bir müzisyen oluyorum. Diğer insanların bakış açısını çok fazla tartmıyoruz. Benim Amerika’daki ilk menajerimin çok güzel bir sözü vardır. “İyiye inanırsan, kötüye de inanmak zorunda kalırsın”.  Dolayısıyla bu kendi burnunun doğrultusunda git, iyi müziği ve besteyi kendinle yap, kendi cennetini yavaş yavaş kur, kendi cennetinin içinde nefes almayı öğren anlamına geliyor. Hayatı boyunca Mozart’ın eseri altında ezilmiş bazı müzisyen meslektaşlar bu yüzden müziği bırakmış da olabilir. Kendimi insan olarak görmemde gerekmiyor, bir fidan olarak görüp o fidanı yeterince iyi sulamam, bakımlı tutmam gerekiyor. Müzisyen olmak böyle bir şey…

Ülkemizin tanıtımı için üstlendiğiniz bir misyon var. Buna karşılık özel yaşamınızda bir kayıp yaşadığınızı düşünüyor musunuz?
Birinci cümlenizden yokla çıkarsak, Türkiye’yi dünyaya tanıtmak misyonum değil, bunu hedef olarak görmüyorum. Benim hedefim müzik yapmak. Ama ben bir Türküm ve her zaman Türk olarak kalacağım. Benimle beraber ülkemin adı iyi konserde iyi olarak, kötü konserde kötü olarak gider. Bu bir misyon değil. Eğer öyle olsa her gidildiğinde ‘Türkiye Türkiye’  diye gidilirdi. Örneğin; Moskova’da konser verdim, Bethooven’ı çaldım. Kafamdaki tek şey onun müziğiydi. Türkiye’yi getirdim diye bir şey yok. Ama hemen hemen her konserde Aşık Veysel’in “Kara Toprak” eserini çalıyorum. Kendi toprağınızdan bir şey götürüyor olmak ilginçtir. Şöyle bir anım var. 8 yaşındayken Ankara’da her hafta babam beni Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konserlerine götürürdü. Şef Zubin Mehta’ydı. Ankara onu aylardır bekliyordu. Babam bana Hintli olduğunu anlatmıştı. Sahneye çıktığında ben şok olmuştum. Benim beklediğim; kafasında sarık olan, her an bir kobra yılanı çıkartacak biriydi. Onun yerine frank smokinli biri çıkınca şaşırmıştım. Hindistan’dan bir şey getirmemiş olması büyük hayal kırıklığıydı benim için. Şimdiki felsefeyle, Zubin Mehta’nın Hindistan’a ne kadar çok şey kattığını görüyoruz. Onun amacı müzik yapmaktı. Ama benim 8 yaşındaki ihtirasım, böyle bir motif yaratmış kafamda. Bende bir Türküm. Bizim olmayan mekanlarda yani deplasmanlarda kendimden bir parçayı düşünüp, orada bir köprü çizgisi yaratmak benim için önemli bir şey. Bunu aynı şekilde Türkiye’ye de yapmak lazım. Sorunuzun ikinci bölümüne geçersek, insan yalnızda mutluysa önemli olan mutluluk değil mi? O zaman başarılmış sayılır. Müzik yaparak mutlu olunur ya da mutlu olarak müzik yapılır. Konserleri 12 tane olan, kalan parasıyla bar açmış biri olsaydım, herhalde mutlu olmazdım. Benimkisi normal bir hayat olsaydı; ailesi, 7 tane çocuğu olan biri olsaydım, mutlu olmazdım. Benim hayatımdaki özlem müziğimde güzel bir şey yaratıyor. Kızıma ya da dostlarıma olan özlemim gibi…

Kızınız Kumru’nun da size özlemi oluyordur. Ne kadar sıklıkla görüşebiliyorsunuz?
Ortalama ayda 7-8 gün kızımla beraberim. Bu konser takvimime göre değişiyor. Bazı aylar 10-12 gün oluyor. 7 ay annesindeyse, 5 ay bende gibi bir ortalama çıkıyor. Uçaktan iner inmez, onun evine gidiyorum. Köpeklerimizi, kedimizi, kızımızı, dadımızı alıp evime geliyoruz. Son aylarda çok dışarı çıkmıyorum ve gerçekten bir huzur buldum. Bir çalışma temposu ve mutluluk yakaladım. Bunlar benim için çok kıymetli…

Önümüzdeki yıllarda yaşadığınız bu yoğunluk devam edecek mi?
Son iki yıldır 130 -140 konser temposunu biraz yoğun gördüm. Zaten 12 yıldır nefes almadan devam ediyorum. 2007 yılında konserleri, biraz azaltmak istiyorum. Konser vermek bir mutluluk ama insan bazı akşamlar yepyeni bir şey keşfetmek istiyor. Yeni öğrenme periyodu yaratma açısından biraz nefes almak istiyorum. Kızım okula başlıyor gelecek yıl. Okul döneminde onunla birlikte olmak gibi bir hayalim var.  

Sizin yetiştirdiğiniz çocuklar var ayrıca. Devam ediyor musunuz bu tarz çalışmalara?
Bilkent’ten mezun oldular ve hepsi yurtdışına gidiyor. 1,5 sene kadar onlara yoğun ders verdim. Son 6 altı ay artık tamamen asistanlara bıraktım. 16-18 yaş grubundalar. Kimi Tel-Aviv’e gidiyor, kimisi Viyana’ya gidiyor. Kültürlü, donanımlı insanlar olarak yurtdışına gitmeleri için çalıştık. Onlardan aldığımız cevaplar oldukça iyi. O iki yıllık bir projeydi. Devamlı hoca olmayacağım artık. Çünkü, mutluluk payımdan kesmek zorunda kalıyorum. Ayda 8 gün buradaysam, 4 gün Ankara’da oluyordum. Hem çok yoruyor, hem benim kendime ayıracağım az vaktinden fazlasıyla fedakârlık yapmış oluyorum. Burada bir egoistlikten değil de, nefes alıp vermekten bahsediyoruz. Yıllar önce rahmetli hocam Kamuran Gündemir,  ‘Hoca olan adam virtüözlük güdemez, virtüöz olan adamda hocalık güdemez’ demişti. Bunda gerçek payı var. İkisini birden yapmak gerçekten çok zor.  Bu gerçeği bende yaşayarak öğrendim.

Kendi ülkenizde konser vermekle diğer ülkelerde konser vermek arasında bir fark var mı?
İnsan kendi memleketinde rahat, huzurlu ve bir yanda da gururlu oluyor. Geçen aylarda ilk kez gittiğim İtalyan şehirleri oldu. O fethetmenin güzelliği de var. Ankara’da ya da İstanbul’da 200 konserim olmuştur. Seyirciye baktığımda 60-70 tane tanıdık görüyorum. Dostlar arasında çalıyormuş gibi bir hissiyatı var. İnsan kendi memleketindeki hatalara ve güzelliklere daha hassas oluyor.

Gittiğiniz ülkelerdeki konserlere Türkler ilgi gösteriyor mu?
Bu bir problem işte… Bir salon içinde en fazla %5 Türk gördüm. 1000 kişilik salonda 30 kişi varsa ne güzel… Yurt dışındaki bir konserin abonmanı var. Bu abonmanlar Türkler değil, oranın müzikseverleri. Benim konserim olduğunda Türklerin haberi olması lazım. Konser haberi, oranın gazetesinde çıkıyor. Hürriyet’in, Milliyet’in Avrupa baskısında çıkmıyor. Dolayısıyla o gazeteleri okuyan Türkler olması lazım, bu bile çok az. Münih’te 50 bin Türk var, ama haberleri olmuyor.

Daha önce yaptığınız Türkiye turnesiyle Anadolu’yu klasik müzikle buluşturdunuz. Gözlemleriniz ne oldu?
Benim dileğim, yapılan turnelerin ve faaliyetlerin çoğalması, zaman içinde ihtiyaç haline gelerek oralarda kurumsallaşması. Malatya’ya gidiyorsam, her yıl gitmek zorundayım aslında. Benim gibi buralara her yıl giden 12 kişi olması gerekiyor. Zaman içinde orkestranın gitmesi, sonra da bizim orkestraya ihtiyacımız var denilmesi lazım. Böyle olsaydı iyi olurdu. Ama 20-30 Anadolu kentinden bahsediyoruz. Her yıl hepsine gitmeme imkan yok. Diğer klasik müzikçilerimizin inisiyatifini kullanmaları gerekiyor. Bunları yapanların başında Cihat Aşkın geliyor. Anadolu kentlerinde müthiş bir özveriyle çalışıyor. Doğuş Otomotiv benim sponsorumdu. Gişecimizinden, pankart açıcımıza kadar hepsini İstanbul’dan yolladık. Bizimle birlikte basın da geliyordu. Büyük bir şölen yaşanıyordu şehirlerde ve biletlerimiz hep 15 dk içinde bitti. Bu bir açlığı gösteriyor. Cihat’ta da böyle oluyor. Ama herkes Cihat gibi özverili değil, ya da herkes Fazıl gibi sponsor bulma şansına sahip değil. Türk klasik müzikçilerin arasında bir toplu hareket olmalı ki orada kurumsallaşmalar başlayabilsin. Bu bizim kendi geleceğimiz için bir yatırımdır. Malatya’da, Van’da, Antep’te iyi bir orkestra olsa 30 yıl sonra bunun kurucularından biriyiz demeliyiz. Ben Bursa ve Mersin için o hislerdeyim. Çünkü 90’lı yıllarda kurulurken, içlerindeydim.

Türkiye’nin AB sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
AB sürecinden önce, AB ne olacak süreci var.  Bence onlar fazla büyüttüler işi ve çok mutsuzlar. Daha da büyüyeceklerine zor bir ihtimal veriyorum. Slovakya’yı, Letonya’yı almaktan bile mutsuzlar. Almanya’nın ekonomisi berbat durumda, Letonya’ya, Portekiz’e sürekli para gidiyor. Bu, 85 milyonluk nüfuslu halkın mutsuzluğu demektir. Ekonomik olarak her insan 10 yıl öncesine göre nerdeyse yarısı kadar para kazanıyor. Bu AB yüzünden olan, Euroya geçişle ilgili olan bir şey. Bence çizgisi olan bir ülke Türkiye… Kimsede o çizgi yörüngesinin saptırılmasını istemiyor. Türkiye; etnik, laik, din, ekonomik problemlerini kendi içinde aşamamışken, Avrupa ülkesi olacağına inanmıyorum. Çünkü, dünya karşısında kendini dengeleyemedi.    


FAZIL SAY’IN BİYOGRAFİSİ 
1970’ te doğan Fazıl Say, piyano eğitimini Ankara’da Mithat Fenmen ve Kamuran Gündemir, Düsseldorf’ ta David Levine ile yapmıştır. 1994’te Avrupa’ da “Genç Konser Sanatçıları Yarışması”nı kazanan piyanistimiz, 1995’te New York’ ta aynı başlık altında düzenlenen kıtalararası yarışmada dünya birinciliğini elde ederek kariyerinde bir sıçrama gerçekleştirmiştir. Dünyanın önde gelen orkestralarından ve festivallerinden davetler alan Say, 1995 yılından beri beş kıtada yaklaşık yılda 100 konser vermektedir. Say’ın solist olarak sürekli davet edildiği orkestralar arasında New York Filarmoni, Philadelphia, Detroit, Paris, Milano, Prag, St. Petersburg, Münih, Tokyo, Zürih ve Sydney orkestraları yer almaktadır. Katıldığı başlıca festivaller arasında Seattle, Schleswig-Holstein, Ruhr, Montpellier, Manton, Lizbon, Budapeste, İstanbul ve Montreux Caz Festivali sayılabilir. Dünya çapında aldığı birçok ödülün yanı sıra Say’ın İnönü Üniversitesi’nden aldığı Fahri Profesör unvanı bulunuyor.

ANTİK ŞEHİR PATARA


250. YIL MOZART KUTLAMALARI

Müziğin dehası Mozart’ın 250. yaş günü tüm dünyada ve ülkemizde düzenlenen çeşitli etkinliklerle kutlanıyor… Mozart’a ithaf edilen özel projeleri sizler için seçtik…

KONSER
34. İstanbul Müzik Festivalinin bu yılki teması Mozart’tı. Borusan sponsorluğunda gerçekleştirilen festivalde, Mozart’ın eserlerini yorumlayanlar arasında Basel Oda Orkestrası, Héléne Grimaud, Hüseyin Sermet, Julian Rachlin, La Petite Bande gibi isimler yer aldı. Ayrıca, 1996 yılından bu yana sahnelenmeyen ve bir festival klasiği haline gelmiş olan Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operası Topkapı Sarayı’nda sahnelendi. Borusan Filarmoni Orkestrası Şefi Gürer Aykal verdikleri konserlerin önemini şöyle anlatıyor:
“Türkiye’de Mozart hep çalınır. Biliyorsunuz, ben Mozart’sız bir hayat olmaz, yaşam olmaz, Mozart’ı duymadan bu dünyadan göçenlere acırım derim. Dünyanın en büyük nimeti budur, bu nimeti herkesin paylaşması, yaşaması, bu mutluluğa herkesin ermesi gerektiğine inanan bir insanım. Festivalde Mozart’ın Altı Alman Dansı ile Prag Senfonisi, Saraydan Kız Kaçırma’sında görev aldık. Önümüzdeki sezon programında da Mozart olacak çünkü Mozartsız yaşam olmaz...” İstanbul Festivali yanı sıra Ülker’in geleneksel hale getirdiği Müzik günlerinde de “Mozart’la Sonsuza Yolculuk” konserleri düzenledi. Bu konserlerin en dikkat çeken yanı ise, Mozart’ın babası Leopold Mozart’ın orkestrasında kullandığı 1763 yapımı keman ile devrin özelliklerini taşıyan piyanonun ilk kez ülkemizde olmasıydı. 
ALBÜM
Birçok proje ve etkinlikler kapsamında müzik şirketlerinin özel olarak hazırladığı Mozart albümleri yer alıyor... Klasik müzik şirketi EMI Classics de sanatçıyı anmak ve gelecek nesillere tanıtmak amacıyla birçok albüm projesi hazırladı. “Best Mozart 100”, “Mozart For My Baby”, “Mozart In Egypt” gibi özel albümlerle Mozart arşivi sunan EMI, klasik müziği ve Mozart’ı sevdirmeye ve tanıtmaya çalışıyor. Albümlerin yanı sıra Mozart’a özel olarak hazırlanan web sitesinde de ünlü bestecinin kapsamlı biyografisi, ses dosyalarıyla desteklenmiş görsel bir zaman çizelgesi, tüm EMI Classics diskografisi ile kendiyle ilgili yayınlanmış yayınlar hakkında bilgi edinmeniz mümkün...
(www.mozartanniversary.com )
KİTAP
Mozart yılı için Aydın Büke tarafından kaleme alınan Mozart- Bir Yaşam Öyküsü, ünlü besteci için bugüne kadar yazılmış hayat hikayelerinden yola çıkıyor. 18.yy’ın dahi bestecisi olan Mozart’ın yaşamını merak edenler için önemli bir kaynak olacak kitapta; bestecinin ailesi, aşkları, beste öyküleri ve dönemin kültür sanat ortamı yansıtılıyor. Kitabın en dikkat çeken özelliklerinden biri Türkçe yazılan ilk Mozart biyografisi olması...
HAYAT HİKÂYESİYLE MOZART
(Salzburg, 1756 - Viyana, 1791)
Wolfgang Amadeus Mozart, Salzburg Başpiskoposu’nun Yardımcı Müzik Direktörlüğü görevini yapan, kemancı ve besteci Leopold Mozart’ın oğlu olarak 27 Ocak 1756’da dünyaya geldi. 3 yaşında piyano çalmaya ve 5 yaşında beste yapmaya başladı. Mozart’ın müziğinde mükemmel bir denge, berraklık ve duygusal yoğunluk vardır. Özellikle sonatlarında başka hiçbir bestecinin eserlerinde bulunmayan düzeyde tema bolluğu görülür. Mozart eşsiz yeteneğiyle bütün müzik formlarında eserler verdi. 41 senfonisi, 27 piyano, 5 keman, 2 flüt, 4 korno, 1 klarinet konçertosu, 20 piyano sonatı vardır.Mozart ömrünün son dönemlerinde sıkıntılı günler geçirdi. Requiem üzerinde çalıştığı sıralarda böbrek yetmezliğinden 5 Aralık 1791’de öldü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder