Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

10 Ocak 2011 Pazartesi

İKİ KUŞAK MÜZİSYENLER

Edip Akbayram, Ayten Alpman, Arif Sağ


Fotolar: Sevcan Çarkcı
Akort Dergisi Temmuz-Ağustos/2008

İKİ KUŞAK MÜZİSYENLER
  • Geçtiğimiz aylarda “Söyleyemediklerim” adlı albümüyle hayranlarının karşısına çıkan usta yorumcu Edip Akbayram, konservatuvar mezunu kızı Türkü ile aynı albümde yer almanın sevinci ve heyecanını bir arada yaşıyor… Akbayram’ın aynı zamanda en büyük eleştirmeni olan Türkü, babasıyla birlikte aynı sahneyi paylaşma hazırlığında…
  • Türkü gibi birçok müzisyenin yeteneği genlerinden geliyor. Sanat dünyamızda kuşaktan kuşağa aktarılan bu müzik mirasını sahiplenen de birçok yorumcu isim var: Arif Sağ- Tolga Sağ, Ayten Alpman- Ayşe Gencer, Yurdaer Doğulu- Kenan ve Ozan Doğulu, Suavi Karaibrahimgil- Nil Karaibrahimgil, Nuran Ünsal- Niran Ünsal, Erol Evgin- Murat Evgin, Leman Sam- Şevval Sam, Cem Karaca-Emrah Karaca gibi...
  • Edip Akbayram’ın yeni çalışmasından yola çıkarak, bizde müzik dünyasının babalar ile oğulları, anneler ile kızları bir araya getirdik…
(Edip Akbayram ve Türkü Akbayram)



EDİP AKBAYRAM VE TÜRKÜ AKBAYRAM
Öncelikle, “Söyleyemediklerim”i anlatır mısınız?
Edip Akbayram:  Müzik yaşantımda şu şarkıyı ben söyleseydim dediğim parçalar olmuştu. Bu tasarı bende 4- 5 yıldan beri vardı. Ancak kriz nedeniyle 4 yıldır albüm yapmıyordum ama bu süreç içersinde de 40 yıllık dinleyici portföyüm “neden albüm yok” demeye başladı. Bu düşüncemi dostum Hüseyin Emre’yle paylaştım ve albüm yapmaya karar verdik. Yeni şarkılardan oluşan 2. albümü de yakında  yayınlayacağız.
Albümünüzde birçok önemli ismin şarkıları yer alıyor. Bu parçaların sizin için ne gibi bir önemi var?
E.A:  Bazı şarkılar vardır ki sanatçının kendi formatıyla, kendi düşüncesiyle eşdeğerdir. Yıllardır koro eşliğinde, dinamik bir alt yapıyla 1 Mayıs İşçi ve Emekçi marşını sunmayı çok istiyordum… Keza, “Şu Metrisin Önü Bir Uzun Alan”, “Yarim Yarim”, “Haberin Var mı”, Adnan Ergil’in “Haram Geceler”, Zülfü Livaneli’nin “Nefesin Nefesime” besteleri… Kızımla seslendirdiğimiz ve Nazım Hikmet’e sunulan “Nazım Hikmet Memleket”  hepsi benim için çok anlamlı…
Nazım’a olan sevginizi biliyoruz. Siz ve sizden önceki kuşaklar bu anlamda büyük bedeller ödediler…
E.A:Adaletin, hukukun kılı kılına uygulandığı bir ülke olsaydı bu yaşananlardan ve bunu bize yaşatanlardan hesap sorulması ve bizim kuşağımızdan özür dilenmesi gerekilirdi ama maalesef ülkemizin siyasal konjektörü farklı… Yaşadık ve bedellerini ödedik. Bu ülke için düşüncelerimi bende özgürce ifade ettim. Bu ülkenin dünyanın en güzel ülkesi olduğunu ama ülkem içersinde çok yanlışlık olduğunu şarkılarımla, mısralarımla topluma sunmaya çalıştım. Bundan pişman değilim, bir daha yaşasaydım aynı tavrı koyardım. Çünkü ben ülkemi seviyorum ve kavgamı ülkemde yapıyorum.
Gelinen noktada politik, siyasi ve sanat olarak nerede Türkiye?
E.A:Türkiye 12 Martları, 12 Eylül’leri yaşadı. 12 Eylül darbesi; bu ülkeyi kültürüyle, sanatıyla, düşünen insanıyla en az 10 yıl geriye götürdü. Bir ülkenin kültürüne, sanatına sansür uygularsanız o ülkenin çağdaş bir ülke seviyesine gelmesini hiçbir zaman düşünemezsiniz. Bu ülkeyi yönetenler, bu ülkeyi sever görünenler maalesef bu ülkeye en büyük kötülüğü yapmışlardır. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir vatan ve vatan insanı yok ama biz hep bu vatana, cumhuriyete kötülük yaptık. Kitaptan, türküden, sinemadan korkulmaz. Bunlar bir ülkenin can damarları… Bunları kestiğinizde hayat damarlarını kopartıyorsunuz. Türkiye’nin siyasal konjektörüne baktığımızda da çok kötü durumda.
BABA KIZ DAYANIŞMASI…
Kızınız Türkü ile düet yapmak nasıl bir duygu?
E.A:Çok sevdiğim bir Nazım Hikmet, çok sevdiğim Nazım Hikmet’e sunulan bir beste ve çok sevdiğim kızımla üç sevgiyi “Nazım Hikmet Memleket” adlı ezgide yaşamak bana çok keyif verdi.
Türkü’nün müziğe yönelmesinde sizin ne gibi katkınız oldu?
E.A: Türkü, ilkokulu bitirdikten sonra kendi arzusuyla “konservatuvara girip, piyano eğitimi alıcam” dedi. Bizde bu isteğini anne babası olarak destekledik. Konservatuvara girdi, piyano bölümünü kazandı. Klasik müzik eğitimi gördü. Oğlum Ozan da  profesyonel değildir ama gitar çalar. Baba kız piyona başına ya da baba oğul gitar çalar söyleriz.
Türkü Akbayram: Doğduğumdan bu yana müzik vardı evimizde babamdan dolayı. Abim ve ben müziğe her zaman ilgi duyduk. Müzikten ayrı kalmak söz konusu değildi. O yüzden her zaman müzikle yaşadık. Sadece ben profesyonel olarak eğitimini gördüm, klasik müzik gördüm yıllarca. Her zaman müzikle iç içeydik.
Türkü, seni biraz tanıyabilir miyiz? 22 yaşındayım. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında okudum. Yeditepe Üniversitesi İşletmeyi bu yıl bitirdim.
Düet fikri nasıl oluştu?
E.A: Müzisyeniz ve müzisyen kızımız, oğlumuz var. Hep kalıcı bir şey olmasını isterdim. Bu stüdyo çalışmalarımda Türkü beni yalnız bırakmadı. Düet yapalım mı derken, parça seçtik… Prozodisiyle, diksiyonuyla çok duru bir şekilde okudu ve ben çok duygulandım. Yanımda olmasaydı ağlayacaktım. İçimize bastırdık, çok büyük bir sevgi… Bir babanın evladıyla güzel bir şeyi paylaşması çok güzel bir duygu ve kelimelerle ifade edilemez. Arabada giderken falan dinlediğimde tüylerim diken diken oluyor.
T.A: Ben hep istiyordum babamla birlikte bir şeyler yapabilmek. Ama sesim daha yeni yeni oturdu. İlk defa bir stüdyoya girip, şarkı okudum. Babamla Nazım’ı anlatan bir şarkıyı yorumlamak çok gurur verici bir şey.
E.A: Birlikte düet yapmak bana korkunç bir motivasyon kazandırdı. Zaman zaman konserlerde bana eşlik etmesini istiyorum. Büyük konserlerin birinde yazın bunu yapmak istiyoruz. Türkü, çok iyi bir müzisyen. Benden çok iyi. Ben bir yorumcuyum. Biz alaylıydık ama onlar okullular. Bizim dönemimizde müzikal anlamda böyle imkanlar yoktu.
Türkü, en sevdiğin Edip Akbayram şarkısı hangisi? Ayırt etmek gerçekten zor. Hepsini çok seviyorum. Çok eski şarkıları vardır “Darmadağın” ve “Seni Saklayacağım”…80’li yıllardaki şarkılardır. Ama yinede ayırt edemiyorum.
Müzik adına neler yapmak istiyorsun? İlerideki günler ne getirir bilemem ama şuanda hiç öyle bir düşüncem yok.
Babalar kızlara daha düşkün olur derler hep. Sizde nasıl bu durum?
E.A: Biz çok büyük bir aşk yaşıyoruz. Benim en büyük aşkımdır. Onun gözünde bir damla yaş gördüğümde içimde fırtınalar kopar. Bir babanın evlatları arasında ayrım yapması söz konusu değil… Ama her şeyin küçüğü daha güzel oluyor. Yoksa oğlumu da Türkü’den hiçbir zaman ayırt etmem. Onlar benim yaşama gücümdür. Hele hele yatırımınızı güzel yapmışsınız ve istediğiniz gibi bir birey olmuşlarsa bize de gururlanmak düşüyor.
T.A: Klasik bir baba değildir. Otoriter bir ilişi yok aramızda. Her şeyi paylaşırız. Sürekli sarılır, öpüşür, koklaşırız. Bazen birlikte uyuruz.
E.A: Bazen sabahları sırtını sıvazlarım. Burası “baba evi” derim. Beraber olduğumuzda sinemaya gideriz; piyano çalar, şarkı söyleriz.
Müzikal anlamda nasıl bir destek var aranızda?
T. A: Her albüm hazırlığında on parmak içindeyizdir.
E.A: Benim en katı eleştirmenlerim Türkü ve annesidir. “Baba bu şarkı girmeyecek, bu girecek, bu halkın sevdiği” gibi daha repertuvar aşamasında öz eleştiriler başlar. Hiç acımadan eleştirir. Demokrasiyi önce aile içinde benimseyen bireyleriz. Ailemizde demokrasi ve birey hakları vardır. Onlar kendilerini bildiklerinden beri 4 kişilik ailemizde el kaldırırız. Olumlu, olumsuz şeyleri herkesin birbirine söyleme özgürlüğü vardır. Onlara “Başarılarınızı paylaştığınız gibi hüzünlerinizi, açmazlarınızı, çıkmazlarınızı da bizimle paylaşın, çözüm getirelim” diyoruz. Hep bunu yapıyoruz. İçimizde bunu hissediyoruz ve dışarıda bunu uygulamak daha onurlu oluyor.

AYTEN ALPMAN VE AYŞE GENCER
Ülkemizin ilk kadın caz vokallerinden Ayten Alpman ile piyanist İlhan Gencer’in  kızı Ayşe Gencer de anne ve babasının yolundan gidenlerden…


Profesyonel anlamda caz, nasıl girdi hayatınıza?
Ayşe Gencer: Doğduğumdan beri annemi ve babamı dinledim. Hep içimde caz sevgisi vardı. Babam İlham Gencer, abim İlhan Gencer ve kardeşim Bora Gencer müzisyen, babaannem piyano öğretmeniydi. Babam, annemle flört etmeye başladığında; babaannem ve babam piyano çalarmış, annem söylermiş. Babaannemin etkisi çok oldu hepimizin hayatında…1973 yılında TRT’nin açtığı Hafif Batı Müziği Şarkı Yarışmasına girdim. Bin kişinin içinden 3 kişi kazandık. Ben, Ayşegül Aldinç ve Zerrin Özer… Daha sonra Zerrin (Özer) Galata Kulesinde çalışmaya başladı. Bir süre sonra da beni sahneye çıkardı. 80’li yıllardan itibaren Sergen diye bir yerde babamla (İlham Gencer) çalışmaya başladım. Caz repertuvarımı geliştirdim. 1986 yılında da ilk profesyonel çalışmalarıma başladım. Tuna Ötenel, Nezih Yeşilnil, Rimer Demirer, Cankut Özgül ile Bodrum Caz klübünde gerçek anlamda caza adım attım. O zamandan bu yana çeşitli festivallerde, klüplerde ve otellerde caz söylüyorum. Şuanda da “Namia” adlı caz klübünde şarkı söylüyorum, klübü yönetiyorum. Önümüzdeki kış yapmayı planladığım bir albüm çalışmam var.
Müzisyen bir ailede yer almanız, müzik hayatınızı nasıl etkiledi?
A.G: Cazdan başka müzik bilmedim. Herkes annemi taklit ettiğimi söyledi. Halbuki ses genetik bir şey, hiç taklit etmeye uğraşmadım. Doğal olarak annemin havası var ama bu benim için dezavantaj oldu. Bundan kaçış yok. 1986 yılında Rimer Demirer ile tanıştım ve evlendik. Onunla daha çok öğrenme şansım oldu.
Ayten Alpman: Ayşe çok küçükken evde babasıyla provalar yapardık. O da bir taraftan söylerdi. Daha ileriki yıllarda bazı kusurlarını söylerdim. Sesi titretiyorsun gibi ufak tefek ikazlarım oldu. Benim düşündüğümden daha iyi bir caz şarkıcısı oldu.
İlk TV programına birlikte katılmışsınız…
A.G: Evet. Halit Kıvanç’ın programıydı ve 25 yıl önce büyük ses getirmişti.
A.A: Halit Kıvanç’la TRT’de program yapıyoruz. Ayşe de ilk defa Televizyona çıkıyor ve çok heyecanlı… Sahnede spot var ve Ayşe karanlığa kaçıyor. Hala da aynı kaçma bende de vardır onda da. Benden ona geçmiş olmalı… Ben onu itiyorum, o geri kaçıyordu. Ama çok güzel bir program olmuştu.
 “ANNEM BENİ DİNLERKEN GÖZÜ DOLMUŞSA, O ŞARKI OLMUŞTUR…”
Dinlemeye gidiyor musunuz kızınızı?
A.A: Evet, benim için müthiş bir zevk… Anne ve babayı geçti.
A.G: Annem ben şarkı söylerken; gözü dolarsa, ağlarsa o şarkı olmuştur. Çünkü yıllar önce “bir şarkıcı beni ağlatırsa iyi şarkıcıdır” demişti. Bu söylediğini hiç unutmadım. Her şarkı söylediğimde onu izlerdim ve bir gün Korukent jazz barda “Cazablanka” adlı parçayı söylüyordum. Baktım hüngür hüngür ağlıyor. O zaman “Bu iş oldu” dedim. Bu çok hoşuma gitmişti ve “nihayet beğendi” demiştim. Hayatım boyunca bunu beklemiştim.
A.A: Hayatımız duygu üstüne. Hem benim hem de Ayşe’nin… O an da beni çok duygulandırmıştı. Şarkı söylemek bence anlatmak demek…Caz olsun başka tür olsun…Hissettiğin, yaşadığın bir şeyi anlatmak demek..Bazı şarkıcılar çok bağırır, buna gerek yok. Her şarkının bir hikayesi vardır. Çok aşık kadın ya da aldatılmış bir kadın örneğin. Ben ona hep Türkçe şarkı söylemesini söyledim. Fatih Erkoç ile “İnanmam” ı seslendirdi ve harika yorumladı. Hep yalvarırım ama söylemez.
A.G: Ben piyanoyla bir yerde şarkı söylemeyi hayal ettim hep. Popüler olmak gibi bir gayem olmadı hiç, ailede yeteri kadar vardı zaten.
Ayşe Gencer: “Onun Kızı Olmak Kolay Değil”
Annemi sahnede izlerken çok gururlanırım her zaman büyük bir beğeniyle izlerim, ayrı bir duruşu tarzı vardır. Zaman zaman eleştirileri oluyor. Onun kızı olmak kolay bir şey değil. Sorumluluğu taşıdığıma inanıyorum ama şarkıcı olarak dezavantaj. Çünkü, “annenin sesine benziyor, onu taklit etme” gibi yaklaşımlar oluyor.
Anne kız ilişkinizi anlatır mısınız biraz?
A.G: Kankayız. İkiz zannediyoruz bazen. Aynı duyguları hissediyor ve aynı şeyleri yaşıyoruz. Aynı şekilde giyiniyoruz. Patolojik bir durumumuzda var, o derece bağlıyız. Anne değil arkadaş gibi geçirdik yıllarımızı klasik annelere benzemez, aynı şeyleri hissederiz her zaman. 
A.A: Dünyada nadir bulunun bir ana- kız ilişkisidir. Her sabah kalkar bana telefon eder. Ben kalkar, ona telefon ederim. Görüşmediğimiz gün yok. Ben gayet sakin bir hayat yaşıyorum. Hiç öle ortada dolaşmıyorum. Birlikte alışveriş yapıyoruz en büyük keyfimiz. Klübe gidiyoruz zaman zaman..
CAZ HAKKETİĞİ DEĞERİ GÖRMÜYOR
A.A: İlk cazla başladım ve çok uzun yıllar söyledim. Ama şunu anladım ki layık olduğu itibari görmeyen bir müzik türü. Pop’un patladığı dönem 5 Türkçe sözlü şarkı yapmışım, dönüp dolaşıp yine onları söylüyorum. Asıl söylemek istediğim hep caz oldu, artık söylemiyorum başka. Caz müzik yoruma bağlı, resim gibi… Senin hissettiğin ile diğerinin hissettiği aynı olmayabilir. Caz çok derin, anlaması güç ama anladıktan sonra çok zevkli bir müzik türü.
A.G: 20 yıl önce çok daha fazla klüp vardı hepimiz çok mutluyduk. Şimdi hayat şartları, devir, pop patlaması derken, herkes kendi kabuğuna çekildi. Neşet Ruacan, Önder Focan gibi belli başlı insanlar canla başla uğraşıyor. Bilgi Üniversitesinin caz bölümü vardı. Orada çok iyi cazcılar yetişti. Nardis Caz Klübünde her yıl yarışmalar oluyor.  Güzel şeyler oluyor ama maalesef geri planda kalıyor.


ARİF SAĞ VE TOLGA SAĞ  
Türk Halk Müziğinin ekol ismi Arif Sağ’ın oğlu Tolga Sağ:  “Bu ekolü devam ettirmek sadece benim değil, diğer genç meslektaşlarımın da görevi…”



Müziği seçmenizde Arif Sağ’ın payı ne oldu?
Tolga Sağ: Yol göstermek adına, babamın çok faydası oldu. Babam ve babamın arkadaşlarıyla aynı ortamlarda o muhabbetlere tanık oldum. Müzik öncelikle dost meclislerinde paylaştığım bir hobiydi benim için. Kimya Mühendisliğinin 2.sınıfındayken müziğin hayatımın önemli bir kısmını kapladığını fark ettim. Babamın 1995 yılındaki “Umut” albümünde bir türkü söyleyerek profesyonel olarak başladım. Bu eğilimi genetikle ilgili olarak da görüyorum.
Arif Sağ, Halk Müziğinde bir ekol aynı zamanda… Bu size ayrı bir sorumluluk yüklüyor olmalı… T.S: Sadece benim değil, bu misyonu devam ettiren diğer genç arkadaşlarında üzerine de sorumluluk yüklüyor. Aldığımız bayrağı sonraki kuşağa bozmadan aldığımız gibi temiz bırakabilmek; türkülerin, deyişlerin içindeki anlatımı bozmadan ifade etmek sorumluluğu popülist kaygınların çok daha ötesinde. Bireysel müzik yapmıyoruz, yaptığımız müzik bizim yorumumuzla gelişiyor ama aldığımız toprağa tekrar aynı temizlikle bırakmak zorunda olduğumuz bir kültür mirası. O yüzden böyle bir sorumluluk üstleniyoruz.
Baba ve oğul ilişkinizi paylaşır mısınız bizlerle?
Arif Sağ: Tolga ve Aslıyla geleneksel baba evlat ilişkisi yok aramızda ama ahlaki olarak benimsiyoruz. Baba ve evlat açılımında olayı daha modernize ettiğimiz, daha özgürlükçü daha bireyin birey olduğunu kabul ettiğimiz, benim onun babası olmamın onun benim emrimde olması anlamına gelmediğini düşündüğümüz bir ilişkimiz var. Ondan bir önceki kuşak olmam, birikimimin fazla olması, ondan daha erken olgunlaşmamın getirdiği başka bir bakış açısı var. Onu da ciddiye alarak, demokratikleşmiş bir aile olarak görüyorum ve öylede yaşıyoruz. Yani ben babasından korkan bir çocuğumun olmasını istemedim ve istememde… Korkulan adam olmak istemedim. Çocuklarla büyükler arasında hiç sorun çıkmamıştır bizim ailemizde… Herkesin kendi yaşamı kendisinindir. Bana göre yaşam başka bir şey, Tolga’ya göre başka bir şey olabilir. Bu özgürlüğü tanımam lazım ona. Onun hayata bakışıyla, benim hayata bakışım denk düşmeyebilir.
Aynı sahneyi çok sık olmasa da paylaşıyorsunuz…
T.S: Evet. Benim için zor oluyor. Çünkü babamın sesi ton olarak bana göre daha pes. Konserlerde babamın da repertuvarını kullanıyorum. Babamla çıktığımda türkü seçerken zorlanıyorum. Heyecanlanıyorum tabiî ki kendi tek başıma olduğumda yaşadığım özgürlüğü teslim ediyorum.
Müzikal anlamda ne gibi paylaşımlarınız var? 
A.S: Evlat ya da talebe ilişkilerini birbirine karıştırmam. Müzik o an öncelikli ise, onun benim oğlum olması hiçbir şeyi değiştirmez. O noktada hassasımdır. Öyle olmak zorundayım. Tolga ve Tolga gibi düşünen birçok insan var. Medyanın bakış açısıyla da çelişen bir gençlik var Türkiye’de. Medyanın çizdiği insan tipiyle, bu gençlerin çizdiği insan modeli aynı değil. Medya bu gençleri o modele uydurmaya çalışıyor ve bu gençler de karşı koyuyor. Türkiye’nin bilmediği bu gençleri dünya tanıyor. Akıllı olanlar gençler evrenselleşiyorlar ve kendi varlıklarını evrensel kültüre kabul ettirerek evrenselleşiyorlar.
T.S: Yaptıklarımızı denetliyor. Aynı yöne bakıyoruz ve aynı şeyi algılıyoruz. Beğeniler ortak gelişiyor. Üretimlerimizi yorumluyor ama aynı şeyleri hissettiğimizden sıkıntılı bir durum ortaya çıkmıyor.

Arif Sağ : “SANATINIZI BİR SONRAKİ KUŞAĞA AKTARACAKSANIZ,
YÜKÜNÜZ AĞIR …”
Çocuklarını kıskanan babalar var. Yaşlandıkça onu daha çok sevmesi gerekirken, egosu nedeniyle kıskanıyor. Oğluyla savaşıyor. Demokrasinin oturamadığı, kültürün dengesiz geliştirildiği aile yapılarında bunlar vardır. Sürekli olarak aile faciaları yaşanıyor. Böyle bir aile yapısı sonuçta ülkeyi etkileyen bir toplum yapısına dönüşür. Demokratik aile yapısını devletin oluşumuna aktarmak lazım. Gelişmiş ülkelerde kuşak çatışması göremezseniz. Çocuk, anne, baba, abla farklı farklı müzikler dinlemezler. 70 yaşındaki adamda aynı programı izlerken zevk alır, genç biride… Bizde ise durum farklı..Baba ayrı yaşıyor, çocuklar ayrı yaşıyor. Buradan da ülkenin genel bir fotoğrafı çıkabiliyor. Biz sanatçılar, zaman zaman toplumu uyaran, fikir üreten insanlarsak topluma vereceğimiz şeyleri önce kendi yapımız içinde oluşturmamız lazım. Önce benim inanmam lazım ki, onu topluma sunayım. Sanatınızı, mesleğinizi kendinizden sonraki kuşağa aktarmak gibi bir niyetiniz varsa, yük artıyor.  Sanatçı olmak süslü, püslü gezmek demek değildir. Bir bakış, bir duruştur. Filozofik bir yanı olmanı sanatçının… Çağdaş dünyayı tanıyacak, genel kültürü olacak… Bugün belki bu söylediğimiz türde sanatçı aileler çok fazla yok ama inanıyorum ki doğru imaj çizen ailelerle artacaktır diye düşünüyorum o noktada umudum var. Şöyle bir gerçek var: Babalar ve oğulları, eski kuşak yeni kuşak… Baba oğluna bir şey veriyorsa, oğlu yarına bir şey taşır. Baba hayata başka türlü bakıyorsa, o babadan yetişen çocuklardan fazla bir şey beklememek gerekir diye düşünüyorum.
Genel bir Halk Müziği değerlendirmesi alabilir miyiz sizden?
T.S: Ülkemizde Halk müziği gündemini yitirmiş gibi dursa da hala ciddi bir değer olarak gören, savunan, arkasında giden, kabul eden ve koruyan bir nesil var. Bizim konserlerimizi hala insanlar kendi paralarıyla izlemek zorundalar, çünkü bizim arkamızda sponsor desteği yok. Halk müziğini dinlemeye direnen ciddi bir kitle var. Kaset satışlarına ve medyadaki görünürlüğüne göre değerlendirirsek halk müziği bitmiş gibi bir hava hissedebiliriz. Ama bence bu suni bir yapılanma ve gerçeği yansıtmıyor. Halk müziği hala Türkiye’de değişen popüler kültürün yanında direnen ve yerini koruyan ciddi bir müzik dalı…
A.S: Halk müziğine günümüzde iki pencereden bakılıyor. Birisi halk müziğini hammadde olarak kullanıp, başka müzik tarzlarında kullanan mantık, diğeri de halk müziğini orijinaliyle alıp çağın diline uygun bir biçime getirip icra etmek. Türkiye’de kamuoyunun istediği ikincisi… Yani orjinine sahip çıkarak geliştirmek müziği… Bana bu daha doğru geliyor. Herkesin asimile olmadan, kimliğiyle yaşayabilmesi…

ARİF SAĞ’DAN MESLEK BİRLİKLERİNE ÇAĞRI
Telif hayatında dört meslek birliği var. Örgütlü yapının bir arada olmamasını, dağılmasını isteyen sadece besteci hakkı varmış gibi ortalığı dağıtan bir yapı var. Bu kurullar bizim… Gözümüzden sakınmalı, korumalıyız. Ama biz korumayıp, basın toplantıları yapıyoruz ve arkadaşlarımız hırsızlıkla suçluyoruz. Basın toplantısı yapanlar acaba kendi adına mı konuşuyor, yoksa bir yerlerden mi birileri konuşturuyor? Şüpheli düşünmeye başladım. 4 bin kişinin getirmiş olduğu yönetim kuruluna hakaret edilirse, onları kamuoyu önünde suçlamaya gidilirse o örgütün tümüne hırsız demiş ve hakaret etmiş olursunuz. Bunlarla ilgili bir sorun varsa bir araya gelir, tartışırız. Bu ayrı bir şey, örgütlü yapının altına dinamit koymak ayrı bir şey... Hukuk var, mahkemeler var. Bütün meslek birliklerini akıl birliğine davet ediyorum. Sanatçı gibi davranıp, sorunlarımızı tartışıp çözebiliriz.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder